
Eskiden içinde yorulduğum, hem de yoğrulup pişirildiğim bir tantana vardı. Yorgun bedenimi yatağa rahatça teslim ettiğim bir tantana. Hamurum en başında bir tantana içinde yoğrulmuş; bir yanı ona meyledip onu özleyen, ama bir yanı da her zaman inzivayı bir durak kabul etmiş.
Şimdi ikisi bir yerde buluşmuş: hem inziva hem tantana. İnziva ve tantana nasıl olur da bir araya gelir ki? Gelir, hem de öyle bir gelir ki o birliktelikte düşünceler bir o yandan bir bu yandan hücum eder. Bazen “dan, dan” diye vurur, bazen hızlı bir nehrin akışı gibidir. Hoş ama başı sonu belirsiz olmasının verdiği ürperti kaplar bir an zihnini. Şu huzursuzluk bir yerde bir biçimde bekler. Bu nedir acaba diye üzerine biraz eğilsen hemen kaçar bir köşeye gizlenir. Onu bulup çıkaracağım desen kaçar durur. Tam boş verdiğin anda bir bakmışsın ki hemen yanında. “Dur, bekle biraz konuşalım,” desen hemen kaçar. Hâlbuki o beni, ben onu tanısam, hesap görsek de rahatlasak desen de boşunadır. Seni muhatap almaz ama bir biçimde seni takip eder. “Benim senle bir derdim yok, nedir alacağın?” desen ne ses verir ne şekil.
Ey huzursuzluk, şimdi bu düşünceleri sen mi dile getiriyorsun, yoksa sen masumsun da ben mi aranıp duruyorum? Ey huzursuzluk, görüyorum ki sessizlik senin özün olmuş; ama bak, ben öyle bir sessizliğe gömülürüm ki kendi adından utanır da benden kaçıp bir huzur ararsın. İşte o zaman ne benim tantanamda ne de inzivamda sana saklanacak bir köşe kalmaz. Arada hoşuma gitmiyor da değilsin ama kalemi bir daha almaya yeltenirsen kalemi seninle, seni de kalemle kırar, ikinizi de ibretialem olsun diye inzivanın içine sokar, ebediyen sizi baş başa bırakırım!