
Kaleme dedim ki: “Ey kalem, şimdi yarın bizi ne bekliyor?” Kalem dedi: “Hiç, sadece kağıt bekler.” Dedim ki: “Ey kalem, benim saf yoldaşım! Senin gözün kağıttan başka bir şey görmez mi? Bir kaldır kafanı da şu dünyaya bak!” Kalem dedi: “Ey benim saf yoldaşım! O kağıda yeri gelir koca bir evreni sokarım! Yeri gelir gözyaşı ve ter, hatta kan bile benden oraya yazılır. Sen beni kağıda bakar zannedersin. Oysa kağıt bana bakar!” Dedim ki: “Kalem, sen haklısın. Senin yüceliğini takdir etmede kusur benim. Sen olmasan biz ne ederdik? Destanlar, şiirler, marşlar, şarkılar bile sana muhtaç!” Peki, kalem en çok hangi kağıdı seversin?
Kalem dedi: “Eski ve sarı olanları.” “Neden onlar?” diye sordum. Bak dedi: “Beyaz kağıt hoştur ama bünyesi zayıftır. Ama o eski, olgun kağıtlar… İşte onlar en sabırlı, en kararlı ve dayanıklı olanlardır. Beyaz benden ayrılmaya dayanamaz, hemen toz tutar. Ağırlığıma da fazla dayanamaz. Sarı ve eski olanlara gelince, ona ne damlatsam şikayet etmez. Uzak düşersem de bir köşede sessizce bekler.”
Ey kalem, senin dünyanı küçümsemişim. Bu benim gafletimdir. Sen şimdi hakikaten bana ahirette şahit mi olacaksın?
Ey beni tutan el! Sen beni sıkıca tut ki ben de seni tutabileyim. Tutarken eğip bükme yeter. Ama bir gün gelecek, sen bu yurttan göçeceksin. O gün benden ne sorulursa onu söylemeye yeminliyim. Benim yolculuğum senden hem uzun hem belirsizdir. Bir gün bir padişahın elinde olurum, sonra bir bakmışsın bir garibin, bir çocuk da tutar beni, bir ihtiyar da. Âşık da beni tutar, birini cellada gönderen hakim de. Bir şiir de yazarım, yeri geldiğinde bir ferman da. Ellerden teri çekerim, boyam eskir ama en çok üzerime düşen gözyaşını severim! O gözyaşı kağıda düşünce kağıda bakar, kıskanırım. Eğer bir damla da benim üzerime düşerse işte o zaman adım gerçekten Kalem olur!